DerlediklerimizGüncel

Mehmet Emin Gündoğdu | POLEMİK-Emperyalizm Tartışmaları Üzerine

Özellikle MLPD'li arkadaşlarımızın Türkiye ve daha birçok ülkeye emperyalist tespiti yapmalarını yanlış buluyorum.

Ekonomisi çıkmaza giren Türk devleti, yetiştirdiği çetelerini ve paralı askerlerini başta Amerika ve İsrail olmak üzere çeşitli emperyalist devletlerin hizmetine vererek bölgede saldırgan bir tutuma girdi.

Kimileri bu saldırganlığı, gelişen ekonomiye pazar arama olarak değerlendiriyor, kimileri de -benim gibi- emperyalist devletlerin paralı askeri olarak değerlendiriyor.

Bir kaç senedir ‘‘Türkiye emperyalistir”  söylemleri dolaşmaya başladı. Buna  cevap vermek ve bir tartışma ortamı yaratmak gerekiyor. Çünkü emperyalizmin boyunduruğu altında inleyen bir ülkeye emperyalist demek ya da alt-emperyalist tanımlamaları  yapmak bir şeylerin yanlış yapıldığını gösteriyor.

Peki yanlış nerede yapılıyor? Bence yanlışlık  yöntemde yapılıyor. İzlenen yöntem yanlış olunca sonuç da kaçınılmaz olarak yanlış oluyor.

Yönteme ilişkin bir alıntı yaparak devam edelim.

“Karl Marks için metanın kendi iç çelişkileri, nasıl ki tüm kapitalist sistemi ve onun çelişkilerini tahlil etmede bir başlangıç noktası olmuşsa, Lenin içinde tekel, emperyalizmin tahlilinde başlangıç noktasını oluşturmuştur. (…) Tekeli incelemekle işe başlayan Lenin, bundan sonra emperyalizmin somut görüngülerini tahlil etmiştir. Mali-sermayenin içeriğini ve ortaya çıkış tarihini kanıtlarıyla dile getirmiş, emperyalizmi, kapitalizmin egemenliği olarak değil, mali-sermayenin egemenliği olarak nitelemiştir. Emperyalizmin daha geniş kapsamlı bir tanımında, Lenin, şu ana noktalara dikkat çekmiştir: Emperyalizm, tekellerin ve mali-sermayenin egemenliğinin kurulduğu; sermaye ihracının birinci planda önem kazandığı; dünyanın Uluslararası teröristler arasında paylaşılmasının başlamış olduğu ve dünyadaki bütün toprakların en büyük kapitalist ülkeler arasında bölüşülmesinin tamamlanmış bulunduğu bir gelişme aşamasına ulaşmış kapitalizmdir. Emperyalizmin özünden hareket eden Lenin, böylece en önemli belirtileri saptamıştır.

Lenin, emperyalizmi irdelerken, emperyalizmin gelişmesini, yanlış olarak, sermayenin dolaşım alanından yola çıkıp açıklamaya kalkanlardan, örneğin Hilferding ve Rosa Luxemburg’tan farklı olarak, üretim alanından yola çıkmış ve emperyalist ekonomi ile politika arasındaki birliği tanıtlamıştır.”  (E.Lewerenz/ Komünist Enternasyonalde Faşizmin Tahlili. Sol Yayınları. 2. baskı. Sayfa 23-24)

Özellikle MLPD’li arkadaşlarımızın Türkiye ve daha birçok ülkeye emperyalist tespiti yapmalarını yanlış buluyorum. Bu ülkelerin başka ülkelere yaptıkları bir takım yatırımlardan yani sermayenin dolaşım alanından yola çıkarak emperyalizm tespitinde bulunmaları  bir hatadır.

Günümüz koşullarında, birçok ülkeden birçok burjuva, başka bir ülkeye yatırım yapıyor. Her yatırım yapan ülkeye emperyalist denemez. Yatırım yapan ülkelerin sermaye ihracı birinci planda mı değil mi? Ona bakılır. Yatırım yapan ülkelerin iktisadi yapısını irdelerken sermayenin sadece dolaşımına değil, üretim alanına ve tekelleşme yapısına da bakmak gerekir.

Burada Lenin’den bir alıntı yapacağım.

“Son üç yüzyıl içinde Rus devlet düzeninin gelişimi bize, onun sınıf karakterinin sürekli olarak gayet belirgin bir yönde değiştiğini gösteriyor.

17. yüzyılın Boyar Dumalı monarşisi, 18. yüzyılın memur ve aristokrat monarşisine benzemez. 19. yüzyılın ilk yarısının monarşisi, 1861-1904 yıllarının monarşisinden farklıdır. 1908-1910 yıllarında, burjuva monarşisine doğru bir yönelim olarak tanımlanabilecek yönde yeni bir adım anlamına gelen yeni bir aşamanın dış hatları açıkça gün yüzüne çıktı.

Üçüncü Duma ve mevcut tarım politikamız bu adımla sıkı bir bağ içindedir. Bundan dolayı yeni aşama bir tesadüf değil, aksine ülkenin kapitalist evriminin özgül bir basamağıdır. Bu yeni aşama eski sorunları çözmez, onları çözebilecek durumda değildir ve onları ortadan kaldırmadığı için, eski sorunların eski çözümüne hazırlık için yeni yöntemlerin kullanılmasını gerektirir” (Lenin Seçme Eserler, cilt 4, sayfa 80- İnter Yayınları, 1. basım)

Türk Devletini de belli aşamalara ayırıp kapitalist evrimleşmeye göz atabiliriz. Ayrıntılı bir sosyo-ekonomik yapı değerlendirmesinde bulunmayacağım için Cumhuriyet sonrası dönemi bölümlere ayırıp devam edeceğim.

1923’den 1950’ye  kadarki tek parti iktidarı; 1950-1960 arası dönem; 1960-1980 arası ve 24 Ocak 1980 Ekonomik Kararları sonrasından günümüze kadarki dönem.

1980 sonrası yaşanan ekonomik sürece ilişkin, kimi politik çevreler yarı-feodal üretim  ilişkilerinin yerini kapitalist üretim ilişkileri almıştır tespitinde bulunuyor, kimi politik çevreler de zaten belirleyici durumda olan kapitalist üretim, emperyalist aşamaya evrilmiştir tespiti yapıyor.

Bundan dolayı sadece 24 Ocak Ekonomik Kararları sonrasını kısaca incelemeye çalışacağım.

12 Eylül Askeri Faşist Cuntası, 24 Ocak 1980 Ekonomik Kararları’nı hayata geçirmek için yapıldı. Türk burjuvazisi, o güne kadar uyguladığı dışa kapalı devletçi politikalardan vazgeçti. Yabancı sermayeye, borçlanmaya ve ihracata bağımlı bir ekonomik tarz oluşturmaya başladı. IMF ve Dünya Bankası’nın desteğiyle, askeri cuntanın, devrimci-demokrat muhalefet üzerindeki faşist uygulamalarıyla 24 Ocak kararları hayata geçirildi.

Bu kararların başında, Dünya Bankasında da görev yapmış, 1965 yılından beri Türkiye ekonomisine yön verenlerden biri olan Turgut Özal bulunmaktadır.

İzlenen serbest pazar ekonomisi ve liberal ekonomik paketler uluslararası tekelci sermayenin ülkeye girişini hızlandırdı. İşçi ve emekçilerden toplanan vergilerle kurulan, Kamu İktisadi Teşebbüsleri  (KİT), özelleştirme adı altında yabancı tekellere bir bir satılmaya başlandı.

Milyonlarca işçi işsiz kaldı. İşgücü ucuzladı. Tarım sektöründeki üretimi bitirme politikaları sonucunda Anadolu köylerinden milyonlarca genç şehirlere akın etti. Kürt Ulusal Özgürlük Hareketi’ne karşı verilen özel savaş sonucunda  binlerce köy yakılıp yıkıldı. Şehirlerde nüfus patlaması oldu. Kırlardan gelen göç, Serbest Pazar ve Organize Sanayi Bölgelerinde hiçbir sosyal güvencesi olmadan  çalışmaya başladı.

Bazı ekonomistlerin açıklamalarına göre kayıtlı ekonomi kadar kayıt dışı ekonomi oluştu. Çalışan nüfus büyüdü fakat sendikalı işçi gitgide azaldı. İktidara gelen hükümetler istihdamdan çok, askeri harcamalara ve yabancı sermayenin çıkarlarına uygun yatırım yaptılar. Yabancı sermayenin çıkarları doğrultusunda, Türkiye’nin birçok il ve ilçesinde organize sanayi bölgeleri kurulmaya başlandı.

Ağırlıklı olarak ABD ve İsrail yanlısı bir politika izleyen bu hükümetler, IMF ve Dünya Bankası’nın istekleri doğrultusunda  hareket ettiler.

IMF ve Dünya Bankası’nın istediği yasalar bir bir mecliste onaylanıyordu. Sosyal Güvenlik Yasası mecliste görüşülmeye başlandı. Yüzbinlerce işçi ve emekçi Kızılay Meydanı’nda bu yasaya karşı kolluk güçleriyle çatıştı. Hapishanelerde binlerce  devrimci tutsak Sosyal Güvenlik  Yasasına karşı açlık grevine başladı. Bir hafta sonra 17 Ağustos Gölcük depremi oldu. Gündem değişti. Devrimci-demokrat birey ve kurumlar depremde zarar  görenlerle dayanışma içerisine girdi.

Halk deprem acısıyla uğraşırken 24 Ağustos akşamı Sosyal Güvenlik Yasası mecliste kabul edildi.

Gelişen devrimci-demokrat muhalefeti sindirmek için Fransa ve Almanya’nın finanse ettiği F Tipi Hapishaneler yapıldı. Büyük operasyon öncesi provalara başladılar. Amed, Ulucanlar ve Burdur saldırılarıyla onlarca devrimciyi katlettiler. 19 Aralık Hayatları Söndürme operasyonu ile 29 devrimciyi öldürüp yüzlercesini yaraladılar. Hapishanelerdeki tüm devrimciler ölüm orucu ve açlık grevine başladı. Yıllarca devam eden direnişler sonucunda 122 devrimci daha hayatını kaybetti, yüzlerce devrimci sakat kaldı.

Toplumsal muhalefet sindirildi. Ama faşist devlet krizlerinden yine kurtulamadı.

Ekonomik anlamda dibe vuran Türk devleti, çareyi, yine bir Dünya Bankası yöneticisi olan Kemal Derviş’de buldu. Kemal Derviş, 22 yıldır Dünya Bankasında çalışıyordu ve oldukça önemli görevleri vardı. Ortadoğu ve Kuzey Afrika’dan sorumlu başkan yardımcısıydı. 57. Hükümet (Demokratik Sol Parti, Anavatan Partisi ve Milliyetçi Hareket Partisi’nin oluşturduğu koalisyon) ekonomik olarak çaresizdi, bir an önce gelmesini istiyorlardı.

Kemal Derviş, hemen bunlara ekonomik reçeteyi gönderdi. Milletvekili olmayan Derviş, Ekonomi Bakanı oldu. “Derviş Kanunları” olarak da bilinen 15 kanun neydi, nelere mal oldu?

Uluslararası Tahkim Yasası: ‘‘Yabancılık unsurunun bulunduğu kamu hizmetleriyle ilgili imtiyaz şartları ve sözleşmelerinden doğan uyuşmazlıkların” ulusal mahkemeler yerine ‘hakemler‘ yoluyla çözülmesi. Yargı yetkisinin kısıtlanması, hatta bazı durumlarda ortadan kaldırılması.

Merkez Bankası Yasası: Merkez Bankası, hazine ile kamu kurum ve kuruluşlarına avans veremeyecek ve kredi açamayacak. Merkez Bankası‘nı hükümet denetiminden çıkartan yasa, uluslararası finans kurumlarını, devletin para politikalarında tek söz sahibi haline getirmeye hizmet ediyor.

Bankacılık Yasası:Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu’na devredilen bankaların alacakları hakkında, ‘Amme Alacaklarının Tahsiline İlişkin Kanun Hükümleri’ uygulanacak. Fona devredilen bankalarla ilgili alacak-verecek için mahkemeye gidilmeyecek. Bu konudaki karar ‘‘Takdir Komisyonu” tarafından verilecek.

Telekom Yasası: Yasa Türk Telekom‘un özelleştirilmesine olanak sağlıyor. Ayrıca Türk Telekom’un IMF’nin belirleyeceği profesyonel bir ekip tarafından yönetilmesi ilkesi de benimseniyor.

Kamulaştırma Yasası: Yasa ile kamulaştırma işleminin yeni esaslara bağlanması ve ödeneksiz kamulaştırma yapılamayacağı hükmü getirildi.

Şeker Yasası: Şeker pancarında taban fiyatı kaldırılırken, fiyatın fabrikalar tarafından serbestçe belirlenmesi hükmü getirildi. Şeker piyasasını düzenlemek ve denetlemek üzere ‘‘Şeker Kurumu”  ve bu kurumun yönetim organı olarak ‘‘Şeker Kurulu”  oluşturulacak.

Tütün Yasası: Yasa ile TEKEL’in ‘‘ yeniden yapılandırma” adı altında parçalanarak tasfiye edilmesi ve özelleştirilmesi hedefleniyor. Philip Morris, West, R.J Reynolds gibi tütün tekellerinin tütünde tek söz sahibi olması için çıkartılan yasa, onbinlerce tütün üreticisinin de perişan olmasını sağlıyor. Yasa , tütün ve alkollü içkiler piyasasına yabancı tekeller lehine yeni düzenlemeler getiriyor.

Doğalgaz Piyasası Yasası: Doğalgaz piyasasında devlet tekelinin kaldırılmasını öngören yasa ile bu alanın da tekellerin kâr alanı haline getirilmesi amaçlanıyor. “Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu”nun oluşturulması, doğalgaz piyasasında temin, iletim ve dağıtım faaliyetlerinin düzenlenmesi.

Elektrik Piyasası Yasası: Elektrik  Piyasası Düzenleme Kurulu’nun oluşturulmasını öngören yasa, elektrik üretim ve dağıtımının özelleştirilmesi için altyapı işlevi  görüyor.

Ekonomik ve Sosyal Konsey Yasası: Hükümetin emekçi kesimler aleyhine uygulamalarına sendikaların onay vermesi amaçlanıyor. Konsey aracılığıyla, uzlaşma ve işbirliği söylemi eşliğinde emekçilerin yedeklenmesi amaçlanıyor.

Görev Zararları ve Bazı Fonların Tasfiyesi Yasası: 15 bütçe ve 2 bütçe dışı fonun kapatılmasıyla ilgili yasa, Görev  Zararlarını Kaldıran Kararname ile Banka Birleşmelerine getirilen vergi kolaylığı yasaları birleştirildi.

Yasa ile sosyal açıdan desteklenmesi gereken kesimler desteksiz bırakılırken, ülke için stratejik öneme sahip, tarım gibi sektörler çökertilmekle yüz yüze bırakıldı. Yasa banka birleşmelerine vergi kolaylığı getirirken, üreticilerin ve esnafın kredilerinin kesilmesini sağladı.

Kamu İhale Yasası: Yasaya göre, kamu ihalelerine ilişkin yeni düzenlemeler  1 Ocak 2003 tarihinden itibaren uygulanacak. Tasarı, “Kamu hukukuna tabi olan veya kamunun denetimi altında bulunan bütün kurum ve kuruluşların yapacakları ihalelerde uygulanacak esas ve usulleri” düzenliyor.

Bu alanda da yabancı tekellerin kamu ihalelerine gitmesi kolaylaştırıldı ve milyarlarca dolarlık pazar  yabancı tekellere verildi.

Tuz Yasası:Tuz işletmelerinde devlet tekeli kaldırıldı. İşletmelerin tamamı satıldı.

Sivil Havacılık Yasası: Havayollarının yer hizmetleri olan HAVAŞ ve USAŞ’ın satılmasından sonra THY’nın hisseleri satılmaya, özel havayolu kamunun aleyhine teşvik edilmeye başlandı.

Bütçe Yasası: Batırılan ve içi boşaltılan bankaların sorumlulukları üstlenildi.   Ek  bütçe yasalarıyla otoyol yapımına harcama getirildi. Yabancı sermayenin  istek ve ihtiyaçlarına göre bütçe planlanması dönemine  geçildi.

Artık yabancı sermaye ülke topraklarına girdiğinde yerli bir şirketle ortak iş yapmak zorunda değildi ve Danıştay’ın izni gerekmiyordu.Tamamıyla kendi sermayesiyle istediği yerde yatırımını yapacaktı.

İşte meşhur Kemal Derviş yasaları. IMF, borç para vermek için sömürge yasaları dayatıyor. Dünya Bankası, kredi şartını IMF’nin isteklerinin uygulanması şartına bağlıyor.

Avrupa Birliği, ‘‘sizi içimize almak için bunları yapmanız lazım” diyor, IMF ve Dünya Bankası’nın isteklerine benzer isteklerde bulunuyor.

Derviş ise, bu merkezlerin tahsildarlığını yapıyor.

Bu sömürge yasasına imza atan hükümet liderleri şunlardı: ‘‘Ulusalcı Ecevit”,‘‘Milliyetçi Bahçeli‘‘,‘‘Demokrat Mesut Yılmaz”

Uluslararası tekelci sermayenin, egemen güçlerin kendi aralarındaki ihale çatışmalarını azaltacak, yoksullaşan halkın sokaklara dökülen tepkilerini minimalize edecek, merkez sağ partileri, muhazafakarları,liberalleri, islami çevreleri bir araya getirecek, devleti yeni yasalarla idame edecek bir proje partisine ve parti liderine, kısacası Dünya Bankası’nda olmayan milli bir tahsildara ihtiyacı vardı.

Buldular: Recep Tayyip Erdoğan! Partide hazır: Adalet ve Kalkınma Partisi.

57. Hükümeti erken seçime zorlayıp seçime gittiler. Hükümet ortakları ağır bir yenilgi aldı. Hiçbiri yüzde 10 luk seçim barajını geçemedi. Sadece CHP kılpayı barajı geçti. AKP tek başına hükümeti kurdu ve zamanla iktidarı eline geçirdi.

Sonra tek adam ve tek parti dikdatörlüğünü ilan etti. Emperyalistler ve komprador burjuvalar bundan çok memnun tabii ki. Memnun olmayan muhalefet ya yurtdışına sürüldü ya da hapishaneye atıldı.

Özellikle Halkların Demokratik Partisi’ne karşı çok baskı yapıldı hala da yapılıyor. Eşbaşkanlarından, milletvekillerinden, belediye başkanlarından, taraftarlarına kadar binlerce partili tutuklandı.

Hukuksuz bir şekilde belediye başkanları görevlerinden alındı, alınıyor, yerlerine kayyum atanıyor.

AKP hükümeti içinde bulunduğu tıkanıklığı aşmak için binlerce yasa ve kararname çıkardı. Dışa bağımlı ve borçlanmaya dayalı büyüme bir noktaya geldiğinde patlayacaktı.

2006 yılında Yeni Türk Lirasına geçip ekonomide uçuşa geçtiğini söyleyen egemenler 12 yılda (2018 verilerine göre) liranın yüzde 300’lere varan değer kaybını önleyemediler.

Her sene verilen milyarlarca bütçe açığı, her sene fazla ithalat ve az ihracatdan kaynaklı 40-50 milyar dolarlık açık, yabancı ve yerli şirketlere yaptırılan yollar, köprüler, HES’ler, barajlar, camiler, saraylar, sürekli alınan silahlar vs. yüz milyarlarca dolar iç ve dış borç birikmesine neden oldu.

Covid-19 virüsünden kaynaklı ilan edilen pandemi günlerinde, dünyanın birçok devleti halkına yardım paketleri sunarken, TC Cumhurbaşkanı IBAN numarası verip halktan para toplayacak kadar acizleşti.

Devlet son 15 senede parası, dünyanın en fazla değer kaybeden paralarından  biri haline geldi. 2018 yılında yapılan istatistiklere göre 142 ülke içerisinde sadece 17 ülkenin parası karşısında değer kazanmış.

Bugünlerde ise, euro ve dolar karşısında tarihi rekorlarla değer kaybediyor.

Bankalarının ortalama % 50’si uluslararası bankaların şubesi olmuş. Banka sermayesine ve sanayi sermayesine yabancı tekeller ortak durumda.

En çok örneği verilen Doğuş Holding’in Garanti Bankasına, İspanyanın Atletico Bilbao’daki BBVA (Banco Bilbao Vizcaya Argentaria) Bankası % 49.85 payla ortaklığıdır.

En çok örneği verilen KOÇ Grubunun Yapı Kredi Bankasına İtalya’nın Uni Credit bankası ortaktır. Oyak Holding, Türk Boston Bank’ın hisselerini alarak 1996 yılında Oyak Bank’ı kurdu. Oyak Bank, 2001’de Sümerbank’ı satın alarak hacmini büyüttü.

Hatırlarsanız Sümer Bank; Ege Bank’ı,Yaşar Bank’ı, Yurt Bank’ı, Bank Kapitalı ve Ulusal Bank’ı bünyesine katmıştı. Oyak Bank, Türkiye çapında 359 şubeye ulaştı. 20 Mayıs 2008’de Hollanda’nın ING Bankası tarafından 2 milyar 600 bin dolara satın alındı. Oyak Bank, ING Bank olarak devam ediyor.

Denizbank, 684 şubesi ve 12.529 çalışanı olan büyük bir bankaydı. Rusyanın en büyük bankası olan Sberbank, Denizbank’ı 2012 yılında satın alıp 2018 yılında  3.2 milyar dolara Emirates NBD Bankası’na sattı.

Katar, Sudi Arabistan, Kuveyt, Yunanistan ve Batılı birçok emperyalist devlet banka satın alarak ya da kendi şubelerini kurarak para kazanıyor, kendi ülkelerine aktarıyor.

Sonuç olarak şunları söyleyebilirim;

Sadece sermayenin dolaşımından yola çıkarak ekonomik ve politik bir tespit yapmaya çalışırsanız yanlış yapmaktan kurtulamazsınız. Metanın üretiminden, dolaşımına ve  tüketimine kadar ekonomiyi politikasıyla birlikte bir bütün olarak ele aldığımızda ancak doğru tespitlere ulaşabiliriz.

Emperyalizmin hakim olması, sermaye dolaşımıyla değil, sermaye ithalatıyla değil, sermaye ihracının birinci derecede hakim olmasıyla, üretimin tekelleşmesiyle, mali sermayenin hakimiyetiyle olacak bir durumdur.

Kaldı ki  MLPD’li arkadaşlarımız 2001 yılında Türkiye için bağımlı kapitalist yeni-sömürge bir ülke tespiti yapıyorlar (Stefan Engel- “Küreselleşme”  Tanrıların Günbatımı- sayfa 182).

Emperyalizm, kapitalizmin niteliksel aşaması olduğuna göre, AKP hükümeti döneminde Türkiye ekonomisinin niteliksel bir sıçrama yaparak emperyalist aşamaya ulaştığını söylüyorlar dolayısıyla. Bu tamamen yüzeysel bir yaklaşım ve Türkiye’nin toplumsal maddi gerçekliğiyle alakası yoktur.

24 Ocak Ekonomik Kararlarından  sonraki süreçte kapitalist üretim ilişkileri yaygınlık kazanarak belirleyici bir duruma gelmiştir. Olan budur.

 

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu